RÜYALARIN YAZARI: Nazlı ERAY
- 6 gün önce
- 5 dakikada okunur
Sunuş:
Nazlı Eray (d. 1945) edebiyatımızın özellikle fantezi ve sürrealizm tarzına yeni bir pencere açmış, kıymetli bir yazarıdır. Gerek hayat hikayesi gerek edebi yolculuğuyla bizlere olduğu gibi pek çok insana ilham vermiştir. Ve bu ilhamın insanları etkilemeye devam etmesi adına öznenin kişisel serüvenini bu köşede sizlere aktarmayı denedik.
Yazarın Biyografisi:
Nazlı Eray, 28 Haziran 1945'te Ankara'da dünyaya gelmiştir. Babası Lütfullah Bey, Türkiye İş Bankası Dış İşleri müdürlüğü ve Anayasa Mahkemesi üyeliği gibi görevlerde bulunmuştur ve ilkokul yıllarında Eray'ın evde eğitim almasında önemli rol oynamıştır. Annesi Şermin Hanım'dır. Anneannesi Süreyya Hanım ise Atatürk'ün silah arkadaşı ve İkdam gazetesinin baş yazarıdır. Eray'ın eğitim hayatı evde özel eğitimle başlamıştır ve Sarar İlkokulu, Evliya Çelebi İlkokulu ve 1958 yılında İstanbul İngiliz Kız Ortaokuluna ve 1962'de Arnavutköy Amerikan Kız Kolejini bitirmesiyle devam etmiştir. Yükseköğretim döneminde, İstanbul Hukuk Fakültesini birincilikle kazanmıştır. Üçüncü sınıfta Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne geçmiştir ancak bu süreç uzun sürmemiş ve öğrenimini yarıda bırakarak İstanbul'dan Ankara'ya taşınmıştır. Ankara'da 1965 ile 1968 yılları arası Turizm ve Tarım Bakanlığına tercüman olarak hizmet vermiştir. Daha sonrasında ise Erses Eray ile evlenmiş ve bu evlilikten iki çocuğu olmuştur. Ama evlilikleri uzun sürmemiş ve 1975'te eşinden boşanmışlardır. Ayrıca bu tarihte ilk kitabı “Ah Bayım Ah” basılır. Bu kitap ilk hikayesi olan Monte Hristo adlı eseri içine almaktadır. Daha öncesinde yani 1971 yılında ise Eray, hayatını ve edebiyatını önemli ölçüde etkileyecek bir hastalığa yakalanır. Mekanik bağırsak düğümlenmesinden dolayı ilk üç ameliyatını Gülhane Hastanesinde ve tedavinin sonuçsuz kalmasından dolayı sonraki iki ameliyatını Londra'da geçirerek toplam iki buçuk yıl süren bir hastane hayatı yaşar. Bu hastane yaşamı onu çok etkileyerek yazınsal hayatına yeniden başlamasına kapı aralar. Bu süreçte “Mutluluk” ve “Acının Öyküsü” adlı iki hikayeye hayat verir. Hayatında, içinde bulunduğu çok büyük okullardan birine hastaneyi örnek gösterir. Diğer ikisi CHP Genel Merkezi ve devlet dairesidir. “Ah Bayım Ah” kitabındaki öyküleri yazmaya başladığı esnada Attila İlhan ile önemli bir tanışıklığı olur. Bilgi Yayınevi'nin editörü konumunda olan İlhan onun cevherine cila olmayı teklif eder. Bu sayede kitabı büyük ilgiyle karşılanır.
1977 yılında, Uluslararası Yazarlar Birliği aracılığıyla ABD Lowa Üniversitesi'nde konuk öğretim üyesi olmasında bu kitabın etkisi büyüktür. Bu süreçte yaratıcı yazarlık dersleri vermiştir ve sonradan büyük bir beğeniyle karşıladığı Nobel ödüllü yazar Gabriel Garcia Márquez'de bu programda yer almıştır. 1979 yılında ikinci öykü kitabı olan “Geceyi Tanıdım” ile hız kazanan yazınsal yolculuğu 1983'te ilk romanı Orpée ile zenginleşir ve 1988 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü'nü almasıyla roman dünyası genişler. 1981'de ise “Pasifik Günleri” adlı gezi romanının yazımında, Amerika'dan Türkiye'ye geri dönerken kullandığı rotadan ilham almıştır.
1990 yılına gelindiğinde Eray, sanat tarihçisi ve bilim insanı Prof. Dr. Metin And ile evlenir. İki yıl sonra CHP İl Meclisine girer. Hastane yıllarından sonra burası da onun hayatında önemli rol oynar. Altı yıl süren evliliğinden sonra boşanan yazar için bu süreç Ay Falcısı ve Tozlu Altın Kafes isimli eserlerini etkilemiştir. Özellikle 2009 yılında yayımlanan Tozlu Altın Kafes eserinde bu dönemdeki hayal kırıklığını ve öfkesini yansıtmıştır.
Eray'ın yazım türüne “Büyülü Gerçekçilik” demek, yanlış olmayacaktır. Fantezi ve gerçek dışıcılık gibi temaları sık sık işleyen yazar, rüyalardan sıkça yararlanmış ve bu olağanüstü kurgularında toplumun dışına itilmiş duygu ve durumları kaleme almıştır.
“Aşkı Giyinen Adam” romanıyla Yunus Nadi Ödülü'ne layık görülür ve 2017 yılında Dünya Kardeşlik Birliği Mevlana Yüce Vakfı “Evrensel Kardeşlikten Dünya Barışına Katkı” Ödülünü alır.
Türkiye Yazarlar Sendikası ve Uluslararası PEN üyesidir.
Eserlerin Analizi:
2002 Yunus Nadi Roman Ödüllü öyküsü olan “Aşkı Giyinen Adam” adlı eserden yola çıkarak Eray'ın anlatılarında gündelik mekanların fantastik bir boyut kazandığını fark ediyoruz. Eray'ın büyülü gerçekçiliği okurun iliklerine kadar işleyerek düş ve gerçekçiliğin zıtlıklarının oluşturduğu sıradışı harmoniyi eser boyunca fark etmemek güçtür. Eserdeki “Tuhaf bir rahatlık içindeyim. Zamanı ve mekanı çoktan yitirmiştim. Sonsuz bir özgürlük duygusu yüreğimi kaplamıştı.” alıntısı bizlere zaman ve mekanın yitimiyle gelen bireysel özgürlük hissini vurgulayan yazarın, özellikle insanın içinde bulunduğu uzam ve zamanı yeniden şekillendirerek incelediğini gösterir.
Çok katmanlı kurgusu ve etkileyici bir üsluba sahip olan yazarın ikinci romanı “Orphée” ise bizlere aşk ve ölüm gibi soyut fakat güçlü temaların etkisiyle İstanbul veya Paris gibi somut mekanlar üzerinde oluşturduğu kurguda modernleştirilmiş mitlere de rastlamak mümkündür. Orphée'de İstanbul, melankolik ve büyülü bir bakışla resmedilir. Ayrıca sanatçının yaratma içgüdüsünün ve karmaşık duygularının oluşturduğu sancının ağır bastığı bir ilham arayışı gibidir.
Anlatı tekniği ve üslubuyla dikkat çeken bir başka öykü ise “Ay Falcısı” romanıdır. Farklı olarak otobiyografik unsurların görüldüğü ve zamanın iyileştirci olup olmadığı gibi soruların çıkarıldığı eser büyülü gerçekçiliğin başlıca örneklerindendir. Bu anlatıda zaman elbette “gece” ile başlar. Karanlığın ve sessizliğin hakim olduğu gece vaktinde insanın herkesten soyutlanmış bir biçimde geçirdiği bir an'ı farklı bir boyuta taşır. “Bu gece el etek çekilince, bu odada bir ölü ile randevum var.” (s.7)
Zamanın insanın perspektifinden görülen belirsizliğine ise “Uyku İstasyonu” adlı eserde karşılaşırız. İnsan algısının zamanı kavramadaki beceriksizliğini vurgulayan satırlarla karşılaşmak işten bile değildir. “Geçmişte miyim yoksa gelecekte miyim? Birden aklıma bu soru takıldı. Mutlaka bir yerde bir zaman kayması olmuş. Zamanın neresindeyim acaba?” (s.8)
Zamanın neresinde olduğunu bilememe durumu bile bizlere eserde derin bir algı karışıklığı olduğunu gösterir.
Daha genel bir açıdan bakacak olursak oluşturduğu gerçek dışı evrenlerde rüyalarından esinlendiğini söyleyebiliriz. Gördüğü rüyaları sürrealizmin fırçasıyla renklendirerek okuyucuya sunmaktadır. Bu renkler eserlerinin psikanalitik kuram – ruhsal çözümleme, bilinç dışı analiz- çizgisinde değerlendirilmesine olanak tanır. Toplumdan ötelenmiş insanların yalnızlık, geçmiş özlemi gibi duygularını kendine has dünyasında anlatır. Bu dünyanın köşelerinde mitolojik karakterler, dini ögeler, batıl inançlar, büyüler ve fala rastlanabilir. Bu unsurları ironi ve eleştiriyle anlatırken varoluşsal sorgulamayla iç içe sunar.
Eray, anlatıcı-yazar kimliğiyle kurguya kendini dahil ederek okuyucuya kendi hakkında da ipuçları verir. Kurgudaki zaman ve mekan algısı esnek olup karakterin çocukluğu ve yetişkinliği aynı anda yan yana gelebilir. Bu karakterler genellikle kadındır ve olaylar kadın kimliğinin perspektifinden anlatılır. Hayal kırıklığı, aşk, özlem, toplum baskısı, acı gibi yoğun temalar bu karakterler üzerinden işlenir. Bu ağır duygular, tumturaklı bir dilin içinde gark olmadan anlatılır.
Anıları:
Eray, 1991'de Profesör Metin And ile evlendi. “Tozlu Altın Kafes” adlı kitabında kocasıyla geçirdiği dört yılı anlatmıştır. Bu kitapta gençlik yılları, hayatını ciddi derecede etkileyen bir hastalıktan dolayı hastanede kaldığı zamanları da barındırıyor. Eray eski kocasından “Yaşlı Ejder” diye bahsediyor. Kocasının sık sık dışarı çıkmasını engellemesi gibi tatsız durumların onu ne kadar etkilediğini açıkça görmek mümkün. Körfez lokantasında oturdukları bir günde Yaşlı Ejder, durduk yere para kavgası bile çıkarıyor. Eve döndüklerinde Eray ise bahçedeki enfes kokulu bir pembe gülü koparmış ve her bir yaprağının arasına kağıt paralar koyarak bir çiçek yapmıştır. İçeri girerek Ejder'e verdiğinde ona olan öfkesinin geçtiğini belirtmiştir. Eray bu olayı “...Bir para çiçeğiydi bu, içeri girip para çiçeğini Ejder'e uzattım. Hemen aldı, yüzünde güller açıyordu. Bütün siniri geçmişti.” diyerek okura sunar. Ayrıca evin pek çok yerinde büyüler bulduğunu söylüyor. Bunların kendisini ne kadar tedirgin ettiği ortada. “Evin pek çok köşesinde tesadüfen bulduğum değişik büyüleri, muskaları, içine donmuş yağ doldurulmuş ceviz kabuklarını, heladaki yağlı sabunu hatırladım. Hepsi ne tuhaf şeylerdi.”
Eray'ın anlattıklarından verilen hediyelere ne olursa olsun değer verdiğini anlamak mümkün. Eray'ın değer verdiği bir tanıdığı kendisine kalp şeklinde bir taş hediye etmiş. Eray ise bu taşı yedi yıldır yanında taşıyormuş. Aynı şekilde sevdiği bir çiftlikten bir tuğla parçası benzeri taşı da yanına almaya karar vermiştir. Eray bunun üzerine “Önemli olan benim ona yüklediğim değer.” diyerek manevi değerin ihtişamını gözler önüne sermiştir.
Nazlı Eray otuzlarındayken mekanik bağırsak düğümlenmesine yakalanmıştır. İki buçuk yıllık hastane hayatı ile ilgili “İstanbul'da, Gülhane'de, doğdum, Gülhane'de ölümden kurtuldum.”
Hastanede geçmek bilmeyen zamanın ruhunu eğittiğini söylemiştir.
Eserlerinden Seçmeler:
Ah Bayım Ah (1975) – İlk Öykü Kitabı
Geceyi Tanıdım (1979-80)
Pasifik Günleri (1981)
Kız Öpme Kuyruğu (1982)
Orphée (1983)
Eski Gece Parçaları (1986)
Yoldan Geçen Öyküler (1987-88) – Haldun Taner Öykü Ödülü
Arzu Sapağında İnecek Var (1989)
Kuş Kafesinde Tenor (1991)
Ay Falcısı (1992)
Yıldızlar Mektup Yazar (1993)
Aşık Papağan Barı (1995)
Örümceğin Kitabı (1998)
Aşkı Giyinen Adam (2001) – 2002 Yunus Nadi Roman Ödül
Kapanış:
Bu yazar köşesinde Nazlı Eray'ın ilham dolu hayatını ve eserlerini açıklamayı hedefledik. Yazarın eserlerinin analizini bolca araştırma yaparak tartışıp en güzel haliyle sunmaya çalıştık. Eserleri kronolojik sırayla yazıp sizlerle buluşturduk. Ayrıca güncel bir röportaj ile yazar köşemizi tamamladık. Umuyoruz ki Nazlı Eray'ın hayatını amaçladığımız gibi aktarabilmiş ve edebiyatımızdaki önemini gösterebilmişizdir. Hayatınızda her daim edebiyatın cevherleriyle karşılaşmanız dileğiyle.
Ümitliyiz Ekibinin Yazar ve Editörlerinden Selinay Tolay ve Elif Su Özlü



Yorumlar